10.09.2010

Rüzgar bir şarkı söylüyor İstanbul'da bu gün...





hat

/bir martı mı çığlığı çağıran çıplak elleri yosun, derin gözlü bir şehirden eşikleri tuz yanığı mermere yazılan gri lodos ağıdına eflatuni bir sabahta binbir çakıltaşı öykülerinden savrularak surlara sırlar kadar boylu boyunca kadim, kıyım salında dizelenmişken satır satır, biri bir şarkımı söylüyor, ne?/


tut ki uzun yolculuklar ötesiydin

kefensiz bir matemin yüzyılında geçit

tut ki evet bu gün ölebilirdin

kılcal hatlara sızacak ken o sonsuz akış

gövdesiz bir dokunuş oyuntusu kuyularda

kaç yolundan teğet geçilen pervaza

akasya ve hüsn-ü yusuftan

yansı avaza

susabilirdin ya da


taş ivmesi ile büyür

tıkanan atardamarlarında yuvalarına taşınan o pıhtı yol,

izi yarılan gölgede kendine boğulan göl

de duyabilmek kabil gölge renginden kul


katlanan güruh katmanlar

çağırıyorken sayha bir aykırılığa

ol sıyrılan sarmalan an zembereğinde

bir pıhtı atımı hayat

/ne zamandır uykulardan uyansam bir köşeye kesişir düşüm. Yaşın özüne kan göz yuvasında dönmeden önce seni susuz ve saydam çiziyorum bir ipe yada bir saç telinden daha ince hattın üzeri ne ise/

zeyn/9eylül2010

9.09.2010

Eylül

GÜN HA DOĞDU DOĞACAK!

Bir şiir olaydın…

Günah!

Aah her harfi açık
virgüle başın eğip
defteri zar zar...
Ol yangında son yeli
gülümseyişin
.....................hasreti suskun…

Söyle…
İşte!

Bilinmezim…

Çok örtük bir nemle buhurlanmış başımı alıp yüzüne örttüğüm, sözündü sevdiğim saatlerin kırlangıç çığlığı yüklü sabahlara kurulu,orta şekerli bir kahve kokusu gibi dem sızdıran tortuya ya akşam,
ya sabah
çağırtan sokaklardan üç ayrı noktadan gül endam!
Gül endam!
Dön.
Salınan konuk kuğuların şarkısı dinlenmeden terk edilen o gölün kıyısından. Şimdi direngen kanat izleri buzları çizmekteyken her bir dökülen tüy, asfaltı adım adım yol almaktayken hayatlar…

Gün ha doğdu doğacakken bir kara pınardan üç üveyik sıçrar.
Ha kalp çırpıntısı,
ha can pıhtısı.

26.08.2010

Burgaç

Uzam bir iç çekişidir
Uzanan ölümlü haline insanın, yolda
.”



Göz Çanağı


“Biliyorsun ne ile yıkanır
göz çanağında”

Bir iç odasıydı.
Aynalıçeşme caddesinden
Sağa kıvrılan yokuşu inerken
Tahta ve taş dokumalı beş odaları kagir.

Sene kaç?
Unutturulmuştum.
Orada tanıştık.
Gömleklerin sıyrılan yüz görümlükleri için
sabun kokusunu günlerin ipine savurduğu sabahlardan biri olmalıydı.

Kolalanmış kederlerin
gülüşlerle uğurlanan
iyi haberler beklentisine
bir öğle sonrası için gitmiştin.

İki öyküden biri.
Sofada
beş odanın açılımında
hol.
Biri hüzünlü taş örüntüsü pencere için
ya da geç bir buluşma saati
Taktakale.



Oysa şimdi
süresiz sterilizasyon saatleri
iki şırınga arası ömür biçiliyor
ağrıya...
Bekletiyorlar,
küçük bir hava kabarcığını tavana dikip.
Ve yıldızlar dökülüyor kireç-ten
bulutlar dikiş tutmuyor.
Odam kuş tüyü yastıklarla desteklenmiş
dört köşeli kaburga kafesi.
Ve bu denli saydam tuğlalar görmedim ömrümde
kendince devrilip
kendince bina
kumdan duvarlar,
kumdan damarlarda
nabız ölçüyorlar...
Sayılarından düşüyorum,
her defasında rakamları
ebcet hesabı hayat…
Derken, derken
dörtgen kesiklerinden yükseliyor
kollarım...
Dört bir yanı insanın,

yön dışı;

gülümsüyorum…


Kokuyu
burun kıvrımımdan zihnime taşımama izin yok.
Anılar kaçak.
Ama sızdırıyor kapalı duran eşikler
uzun koridorlarından da
anlıyorlar.
“Yine bir solukluk anı geçirgen beyin zarınızda
Saat kaç? “
Soruyorlar…

İnanki bu kez bilmiyorum.

Bu koridoru, o hol diye sorguluyorlar…
Yorgunum oysa!
İnkar edemiyorum.
Refakatimde
içime akan göz yaşlarını
sakladığım sol lobumda bir
el izi yokluğun
ve varlığın
nihai noktasında ben,
büyümekte iken ödemim.
İki doz daha, diyor doktorum.
Dosyaya işlenen soru şu;

“Beyin zarında oluşan ödemin kaynağının
tespitinden elde edilen verilerde vücudun
Silisyum;
Kum
ve yüksek har sonucu
sanrısal bir biçem yaratma edimi ile karşılaşıldı.
Vücudun ilaca tepki göstermemesinde ki neden
nedir?”


Burgacın tam orta yeri
gibi
söz verdiğim…
Döngünün içinden
burkulup ekseninden
tam beş kez
seslendim, sesleniyorum.


Burgacın tam orta yeri
gibi
dil bildiğim…
maddenin hallerinden
tam beş kez
evrildikçe
sözüm mü,
dört köşe kesiklerden yükselen
ellerim mi,
ellerin mi sarıldığım
sanrılarım mı yoksa?
Burgacında
burgacım.


İmhası mümkün dosyalardan
düşülebilir bir adımken hayat,
Derken, derken
sen geliyorsun aklıma, gülümsüyorum...
Bilmiyorlar?

Yürüyorum, bir adım daha koridorda.

zeyn/

11.08.2010

ağustos için

ağustos böceklerinin anne
bir dili olmalı,
ve hiç çilelerini çözmeyen saçları nemin

taşın yontulanacağı günü
çizen bir hattat
dansında üç çingenin
ağıdını çağırıyordu yükselen sular üzerinde

sen yoktun
ve göbeğimi koparan o
bağın düğümü çözülüyordu

....

kızıl ve
tuzlu
kabuklarını çözdüklerinde

sen şarkı söylüyordun
ben ve
kaç gece
dinledim
ak üveyikler, göl sıyrılırken taştan.

7.08.2010

Ben saçlarımı topluyorum

zemini

siyah ve uzun

ve uzvu gibi

ellerimin

beyaz gömleğini çekiştiren

eskil yüzü kaldırımların

bırakarak

taşlar kadar ağır

bırakarak

ceplerimden avuçlarımı

üşüyor

yaşlı bir adam saklanan

çizgilere takılı

yere meğili kadar

salarak göğün başını

doğurgan

ağır ve aksak bir dilden

ağararak

karşısında durmak

babalar erken ölür

erken bir ölümdür baba olmak

tüm börtü böceklerini soluyarak



yaz

yarısına buruşan ten lekelerini ağartan


ana

son

sofrası



dün

bildiği tüm yer

yazgıları çürümenin etimde

bin kez bölünen

mayoz sayhalarında

ceplerimizden çıkan

olsa olsa

negatif i simya




kızıl gün batımlarında

sarıyorlar

al akşamları da

ve betonarme söylevler

tutkulu şehir eşkıyalarınca

çizilen eşgal

ismini siliyor boyuna

boyun bağında

bir düğüm üzüm



asmalıydı bahçem

üzüm

dolandı

bardağıma



kırdım



börtü ve böceği



zamanı.

zeyn
kolaj günler.
kesilmiş anlardan sepet ağlarına reçine süzülüyor.
orman
saçlarımı yapıştıran rüzgara sorumlu, kanatlarımın kırılmasından.

keşke siz cümleleri yormamalı oysa.
anlatmasam, anlasan...
bir dilsiz olduğuma .

zeyn
sessizlik
iyidir sessizlik
ve
kamburunda su küfesi dünya
göz bebeğine beşik kurmadan evvel.

biliyor olmalı tümcesini sayıklayan koca bir çukurdan
haykıran sularını kıyısı ağzın
ve ağzında
tümüyle bir karanlık tüneli
geçmiş yaşantıların

zeyn

5.08.2010

ısrarlı bir gülün dökümünü düşmüştüm...

kapı tanımından münezzeh.

arka duran suyu çeken kuvvetle

çift sarmal içine

kalburu eleyerek

elini bir su hu letle daldırıp

güneşe seriyor.

günü bilen

geceyi seren

örtüler rüzgarla içerliyor

rüzgarın içerisindeyim.

tanımladığın tüm dişler
et kilinden

fısıltı tıkırtı kıpırtı tıkır tıkır fısıl

Çağırdı ateş…
Küçük böceklerini gördün mü dumanın rengini kanatan
küçük kıpırtı böcekleri mi canımı acıtan
Çağırdı ateş...

sayha bir aykırılığa yıkanan o yalaz toz çölüyüm yüz…
kanat takınmış soluğa ötelerden kuma gömülecektim çürümeyen binbeşyüzyılı avutacaktım bahçeleri oyan sarı güzlerden dönecektim bilecektim izlerinden dökülmez beş zar arası zaman kırlangıcı, yuvalanan saçların o kızıl gürz kamçısı tüm çatılarına tutunan günün turuncu gecesinde gebe, ellerimden delirecektim ben, bir belirtisi olarak yazgın;
çizgi…
Oysa boşluğa asılan bir sorudur söz
Eğilen ve bükülen satırlar hattında
düşün ki oda
dört köşeli açısında
bütün sesleri susan bir durum değilmidir
döngüsüz
başka bir dilde ağrıya katlanarak büyüyorsa anlam duvarlardan
duvarlardan neon ışıklara boyalı dörtkenar eşliğinde bu sarı safran
hale mi yazmalıydım;
sabah hiç olmayacak...
Sabah tan hiç olmayacak mı?…

üç isim üzre zara atılan sokaklarda
ateş bir çağrıdır...
sokakları düşünülmüş firari fistanlar selamlıyorken
çağrımıdır ateş...
ısrarlı çekişmesi sürüyorken yapılar sökülmelidir
tüm çiviler yivinde dönmelidir taşınan
saralı bir ağzın perçemini savurur gibi taştan
kuma gömülecek kırlangıçların kanatan çırpıntısına
her adımın gölgesinden ürküyorum

ellerim gittikçe çizgileri durduran...

zeyn

4.04.2010

...

beni susuyorlar...

duyuyor musun?

nisan/ istanbul/sabah
zeyn